GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Damlalar hızlanıyor ve ateş topları büyüyor! FIRTINAYA VE YANGINA HAZIR OLALIM

"24 Nisan’da doğan güneşimizin, coğrafyamızın dört bir yanını ısıtması elbette her bir komünist olma iddiasını taşıyan yoldaşın her gününü, her saatini mücadele akıtması ile mümkündür."

Mart ayının sonunda gerçekleştirilecek olan yerel seçimlere az bir zaman kaldı. Seçim arifesinde egemenlerin durumuna kabaca baktığımızda, her şeyden önce ekonominin çökmüş olduğunu görüyoruz. Kaynağı belli olmayan yirmi milyar dolar civarındaki bir para ile cari işlemler açığı yamanmaya çalışılıyor.

Fakat yüksek enflasyon, sanayi üretiminde “sıfırın altına” düşen gerileme, inşaat sektöründeki düşüş, tarım ve hayvancılıkta uzun süredir yaşanmakta olan iflas durumu, sürekli dalgalanan yüksek seviyeli kur vb. bu yamanın tutmayacağının göstergesi.

Kaldı ki üretim yapmak için ithalata gereksinim duyan bir ülkede cari işlemler açığının çok fazla düşmesi hayra alamet değildir.

İhracat için ithalat yapan bir ülkenin cari açığının belli bir seviyede bulunması “normal” olarak karşılanır. Bununa birlikte Moody’s, Fitch, Standard&Poors’un Türkiye’ye verdikleri notlar “yatırım yapılamaz” seviyesinde bulunmaya devam ediyor. Bu da ülkeye, sıcak (nakit) para girişini engelliyor. Yerli olarak belirtilen bankaların borçlanmalarını (kredi bulmalarını) zorlaştırıyor. Yapılabilen borçlanmaların ise yüksek faizler üzerinden yapılmasına neden oluyor. Türkiye’nin büyük ölçekli şirketlerinin de içinde olduğu 846 şirket (Aralık 2018 verilerine göre) konkordato denilen borç öteleme yöntemine başvuruyor. Bazı büyük şirketlerin nakitlerini yurtdışına çıkardığı, bazılarının ise çıkarmaya çalıştığı “herkesin bildiği sır” kapsamında.

IMF ve emperyalistlerin diğer kurumları dünya ölçeğinde de ekonomik büyümenin gerilediğini, Çin’in büyümesinin de artık yeterli seviyelerde olmadığını ve daha da düşeceğini açıklıyor.

ABD-Çin arasındaki ticaret üzerinden süren mücadelenin “savaş boyutuna” taşınmasının felaket olacağını belirten bu emperyalist kurumlar “gelişmekte olan” ülkeler olarak ifade ettikleri Türkiye gibi yarı-sömürge statüsündeki “bağımlı-yarı bağımlı” ülkelerin ekonomilerinin büyük risk taşıdığını söylüyorlar. Ekonomi alanında yaşanan tüm bu gelişmeler ve uyarılar ise, ülkemiz özgülünde hala “komplo” ve “lobi” ile açıklanmaya devam ediyor, ülke yöneticileri tarafından.

Domatesin, patlıcanın, soğanın, etin vb. fiyatlarının yükselmesi, işçi-emekçi yoksul halkın alım gücünün her gün düşmesi, tarım ve hayvancılığın “ithalat” adı altında emperyalist tekellere tam bağımlı hale getirilmesi “tanzim satış” yoluyla maskelenerek aracılar ve halciler hedef tahtasına oturtuluyor. Nitekim yeni çıkacak olan Hal Yasası ile tüm hallerin özelleştirilmesi amaçlanıyor. İşsizlik her geçen gün süratle artıyor. Tüm bunlara çözüm olarak emperyalistler ve onların yerli uşakları komprador kapitalistler ve onların sözcülerinin-temsilcilerinin yapabileceği hiçbir şey yok. Zira varlıkları, bu sorunların sebebidir.

Geleceklerini faşizmi sürdürmekle sağlayabilirler

Dış siyasette de ülkeyi yönetenler zor durumdalar. Birkaç günde Şam’a gitmeyi ve orada Cuma namazı kılmayı beklerken, Suriye’nin kuzeyinde Rojava’da kantonlarla ve özerk bölge yönetimleriyle karşılaştılar. Osmanlı’nın şaşalı günlerini hayal edip Ortadoğu’da hakim olma düşleri kurarken Sevr halet-i ruhiyesine düştüler.

F-35’lere karşı S400 hamlesi yapıldı, SDG’ye yardımın karşısına Astana süreci-Soçi görüşmeleriyle çıkıldı. Ancak hamleler işe yaramadı, satranç tahtasında gidilebilecek kare kalmadı. “Kazan kazan” olarak söylenip yapılan hamleler “her halükarda kaybedeceksin”e dönüştü. Emperyalistlerin çaldığı cenaze marşı eşliğinde “kendi cenazesini” kaldırmak üzere olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldılar. Kısaca böyle anlatabileceğimiz bir nesnel durum eşliğinde Mart ayının son günlerinde yerel seçim gerçekleştirilecek. Komprador kapitalistlerin temsilcileri olan partiler “seçim” çalışmasına çamur siyasetiyle hızlı bir şekilde devam ediyorlar.

Bu çalışmalar, yaşadığımız ülkenin yarı-sömürge, yarı-feodal kültürünün, siyasetinin, kısacası üst yapısının tüm özelliklerini taşıyor. Hükümetteki ve muhalefetteki partiler egemen sınıfların çeşitli kliklerinin temsilcileri olma özelliklerinden dolayı bu kliklerin uzun süredir yaşadıkları “iktidar olma” kavgalarını/çatışmalarını yerel seçimler sathında tekrar canlandırdılar. Mart ayı sonundaki seçim, bir yerel seçim olmasına karşın; egemenler arasında yaşanan iktidar kavgası bu seçimlere var olan anlamının çok ötesinde anlamlar yüklenmesine neden oluyor.

İktidarda olan/orada kalmaya çalışan anlayış (klik) ve suç-ortağı öncelikle “yerel” olarak ellerinde tuttukları alanları kaybetmemeye, hatta HDP’nin elinde bulundurduğu alanları çeşitli yöntemlerle ele geçirip psikolojik üstünlük sağlamaya (alan genişletmekle birlikte) çalışırken saflarını sıklaştırmak, diğer klikler ve onların temsilcilerini köşeye sıkıştırmak, komünist, yurtsever, demokrat kişi ve kurumları “mümkünse” ortadan kaldırmak istiyor.

Egemenlerin, onların sözcülerinin, çeşitli renkte ve tonda oportünistlerin “otokratik” dedikleri, asıl adı faşist/faşizm olan “liderlerin” iktidara/hükümete gelmeleri ülkedeki egemen sınıfların da elini güçlendiriyor.

Tam da böyle bir süreçte yerel seçimlere iktidar/hükümet kanadı ve ortağı “Beka ve Ezan” sloganının temelini oluşturduğu bir stratejiyle katılıyor. Bu strateji, ulusal ve inançsal aidiyetlerin kaşınması ve milliyetçilik-şovenizmin körüklenmesi ile geliştiriliyor. Bunun için temel bazı argümanlar kullanılıyor: “Suriye’nin kuzeyi”, “Fırat’ın doğusu”, “kayyumdaki belediyeler”, “Kandil’le ilişkili”, “Kandil’in uzantısı olan parti”, “onlar bu seçimleri kazanmamalı”, “Ezanı yuhladılar”…

Kısacası komünist, devrimci, yurtsever, demokrat kişi ve kurumlar ile birlikte aynı zamanda toptan bir ulusu düşmanlaştıran ve bu düşmanlaştırma üzerinden yürütülen bir strateji. Egemenler kendi geleceklerini bu düşmanlık üzerinden yükseltilen milliyetçilik ve şovenizmde görüyorlar. Bu şovenizm, tüm komünist, devrimci, yurtsever kişi ve kurumların soruşturulması, hapsedilmesi ve hatta katledilerek yok edilmesinin “meşruluk” ayağını oluşturacak şekilde organize ediliyor.

Uluslararası durum/konjonktür içerisinde bulunulan sosyal ve ekonomik süreç, yarı-sömürge bir ülkenin, kurulduğu günden itibaren faşizmle yönetilen bir ülkenin, emperyalizme göbekten bağımlı bir ülkenin egemenleri, çeşitli yöntemleri verili zamanda denemelerine sebep olur. Bundan dolayı buradaki “meşruluk” hem iç toplumsal dinamiklerin hem de uluslararası dinamiklerin belli bir çizgide “iknası”, tarafsızlaştırılması anlamındadır.

Toplum egemen klik saflarında bir araya getirilmek isteniyor

Egemenler kabartılan milliyetçilik ve körüklenen şovenizmin işçiler ve emekçiler arasında da dinamit etkisi yaratmasını planlıyorlar. Ulusal-etnik ve inançsal mezhepsel olarak ayrışmış bir işçi sınıfı, emekçi kitlesi yaratılmak isteniyor. Böylelikle ezen ulusa ait bir işçi, ezilen ulus kimliğine sahip bir işçi ile bir araya gelip hak mücadelesi içinde yer almak istemeyecektir.

Ya da tam tersi, ezilen ulus kimliğine sahip bir işçi-emekçi, ezen ulus kimliğine sahip işçi-emekçi ile bir araya gelmek istemeyecektir.

Bu konuda açık ki, mevcut sendikalar ve sendikacılık anlayışı esasta tam da bu amacı güçlendirecek pozisyonda ve yönelimdedir. Devrimci, ilerici misyonlar taşıyan bazı sendikalar ve başkanları ise, çıkarlarını sarayın soytarısı olan sanatçılar gibi Binali Yıldırım’ın eteğinin kenarında aramaya başladılar bile. Geri kalanlar ise ciddi anlamda işçi sınıfı ve emekçilerden kopuk tarzda bir devrimcilik peşindeler…

Patronlar arasında etnik kimlik herhangi bir problem oluşturmaz.

Onlar açısından önemli olan şey “sömürünün devamlılığı” “kârın sürekliliği”dir. İşçilerin-emekçilerin hangi ulustan olduğunun önemi olmadığı gibi, kendi aralarında da patronların hangi ulusal kimliğe sahip oldukları önemli değildir. Patronların dini gibi ulusu da “para”dır. Milliyetçi-şovenist söylemler her gün tv kanallarında (yazılı ve görsel iletişim araçlarında) bıktırırcasına yineleniyor.

Tüm demokratik talepler hapishane tehditleriyle karşılanıyor. İktidara muhalif olan herkes işinden atılıyor. Tüm bunlar yetmiyor, komünist, devrimci, yurtseverler “kan banyolarıyla” tehdit ediliyor. Sürekli bir “iç savaş” tehdidi ile toplum korkutularak var olan saflaşma derinleştiriliyor, karşıtlıklar etrafında farklı köşelere itiliyor. Çeşitli kontra örgütlerin varlıkları şu ya da bu biçimde medyaya servis yapılarak “korkutma” çalışmaları süsleniyor. Topluma sıtmayı gösterip, onu ölüme razı etmeye çalışıyorlar. Ve böylelikle toplum (bir bütün olmasa da büyük çoğunluğu), komprador kapitalist egemen kliğin saflarında bir araya getirilmek isteniyor.

Bizim işimiz, yeni toplumu yaratmak

Yazının ilk bölümlerinde yaşadığımız ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum ile dış siyasette içinde bulunduğu durumun nesnel bir kısa tespitini yapmaya çalıştık.

Bunlarla beraber yaklaşan seçimlerde temel argümanlardan olan “beka” sorunuyla ilgili milliyetçilik-şovenizm kutuplaşmasının yaratıldığını ve sürekli bir “iç savaş” tehdidinin savrulduğunu belirttik. Tüm bunların sadece seçim sürecinin atmosferinden kaynaklı olan “sertleşme” olmadığını, yaşadığımız ülkenin “özü”nün bunlar ve daha fazlası olduğunu söylemek, anlaşılmak bakımından faydalı olacaktır.

Burada sadece verili bir zamandaki mevcut durumu anlatmaya çalıştık. Seçimlerle birlikte “beka” tartışması ve milliyetçilik-şovenizm söylemleri gündemde tavan yaptı. Aslına bakılırsa kompradorların hakim kliğinin politik-ekonomik gerçekliği içinde “beka” tespiti gerçekçi bir tespittir.

Sonuç olarak, egemen sınıflara “şöyle yapın, böyle yapın” demek biz komünistlerin işi değildir. Zaten bizim söyleyeceklerimizi yapmayacakları da açıktır.

Bizim işimiz, yeni toplumu yaratmak, Demokratik Halk Devrimi’ni gerçekleştirerek sınıfsız, sınırsız bir dünyanın temellerinin oluşmasını sağlamak, olduğuna göre egemenlerin “hayatlarını uzatmakla” ilgilenmiyoruz. Bu anlamda yazının içerisinde geçen iki noktaya; 1) ulusal düşmanlaştırma, 2) iç savaş noktalarına dikkat çekmek gerekir. Ulusal düşmanlaştırma noktasında tavrımız nettir. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, uluslara tam hak eşitliği… “Her feodal boyunduruğu, her ulusal baskıyı, uluslardan veya dillerden birinin her türlü ayrıcalığını silkip atmak, demokratik bir güç olarak proletaryanın mutlak görevidir, ulusal nifakla karartılan ve engellenen proleter sınıf mücadelesinin mutlak çıkarıdır.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, s. 151) Herhangi bir ulus için herhangi bir ayrıcalık talep etmek ya da herhangi bir ulusun herhangi bir hakkını gasp etmek  komünistlerin asla yapmayacakları bir durumdur.

Bu durumu ihlal etmek, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin” sloganına/şiarına karşı çıkmak anlamına gelir. Lenin aynı kitapta “içinde yaşadığımız emperyalist çağda dünya sosyalistlerinin çoğunluğu, başka ulusları ezen ve bu baskıyı genişletmeye çalışan uluslara mensuptur.

İşte tam da bunun için, hem barış hem de savaş döneminde ezilen ulusun ayrılmasını propaganda etmeyen bir ezen ulus sosyalistinin, bir sosyalist, bir enternasyonalist değil, bir şovenist olduğunu açıklamazsak ‘ilhaklara karşı mücadelemiz’ içeriksiz kalacak, sosyal yurtseverler için hiç de tehlikeli olmayan bir mücadele olacaktır” diyor (s. 293). İç savaş tehdidi “korkunç” bir tehdit olarak her ulustan halkların çeşitli örnekleriyle hafızasında yer almaktadır. 1990-2000’li yıllarda T. Kürdistanı’nda yaşayanlara baktığımızda iç savaş tehdidinin ve pratiğinin çok net bir şekilde görülecektir. Aslına bakılırsa egemenler açısından “iç savaş” söylemi “öldüreceğiz/öldürüleceksiniz” tehdidinin üstü örtülü halidir. Son tahlilde savaş, politikanın devamıdır.

Her savaşta olduğu gibi komünistler açısından savaşlar, haklı-haksız olarak nitelendirilir. Komünistler, iç savaşın haklı olan tarafındadırlar. İç savaş tehdidinde bulunanlar, egemenler, egemenlerin sözcüleri, kan banyosu tehdidinde bulunan mafya bozuntuları, haksız olan tarafta yer alırlar.

Bu konuda son sözü Lenin’e bırakabiliriz: “Halk da iç savaş okulundan boşa geçmez. Bu zorlu bir okuldur ve karşı-devrimin zaferleri, öfkeli gericilerin taşkınlıkları, eski iktidarın asilere karşı vahşi öç alma eylemleri vs. de kaçınılmaz olarak müfredata dahildir. Fakat ancak ıslah olmaz müşkülpesentler ve bunak mumyalar halkların bu ıstıraplı okuldan geçmek zorunda olmasından yakınabilirler; bu okul, ezilen sınıflara iç savaş yürütmeyi ve devrimde zafer kazanmayı öğretir. Modern köleler kitlesinde, sindirilmiş, duyarsız ve bilgisiz kölelerin içlerinde sonsuza dek bastırdıkları ve köleliklerinin utanç vericiliğini görmüş olan kölelerin en büyük tarihsel kahramanlık eylemlerine götüren kini biriktirir!” (age, s. 43)

Sakın vazgeçmeyin, umudunuzu yitirmeyin; asla!

Egemenler tarafından tüm bu baskı-sindirme ve yok etme projeleri hızla hayata geçirilirken komünistlerin, yurtseverlerin, devrimcilerin bu saldırılara yeterli derecede karşı koyuş geliştirdikleri, kitleleri örgütleyerek seferber edebildikleri, kamuoyu oluşturabildikleri vs. söylenemez. Bunun muhasebesinin yapılması gerekir, bu bir zorunluluktur. Ne var ki komünistlerin, devrimcilerin, yurtseverlerin “hiçbir şey” yapmadıklarını söyleyenler de iflah olmaz revizyonist, oportünist karamsarlardır.

Can pahasına sürdürülen bir mücadele var ve bu mücadele egemenler tarafından yok edilemiyor, yok edilemeyecek de! Bu yok edilemeyişteki en önemli özellik “kendine, kendi gücüne dayanmaktır.” Komünistler, devrimciler, yurtseverler her şeyden önce kendilerine, kendi özgüçlerine, içinden çıkıp geldikleri halka dayanırlar. Bunun dışında hiçbir güç, özellikle adı ne olursa olsun hiçbir düzen partisi çözüm olamaz. Serdar Can yoldaşın bir tanımlamasıyla, “Umut, 24 Nisan’da doğan Anadolu güneşidir.” 24 Nisan’da doğan güneşimizin, coğrafyamızın dört bir yanını ısıtması elbette her bir komünist olma iddiasını taşıyan yoldaşın her gününü, her saatini mücadele akıtması ile mümkündür. 16 Mart’ta zindanların ardında bedenini ateşe vererek tecride karşı eylem yaparak Mazlumlaşan Zülküf Gezen’in bedeninden yükselen ateşi mücadelemizin ateşi haline getirmekle mümkündür.

18 Mart günü Rojava’da şehit düşen anarşist enternasyonalist yoldaşımız, İtalyan Partizan Tekoşer Piling’in (Lorenzo Orsetti) bizlere bıraktığı mektupta dediği gibi:

“Sizin için herşeyin en iyisini diliyor ve (eğer henüz yapmıyorsanız) bir gün sizin de bizden sonrakiler için hayatınızı verme kararı almanızı umuyorum. Çünkü dünya yalnızca bu şekilde değiştirilebilir. Ancak her birimizin içinde bulunan bireyselliği ve egoizmi yenerek fark yaratabiliriz. Bunlar zor zamanlar biliyorum, ama sakın vazgeçmeyin, umudunuzu yitirmeyin; asla! Bir an bile. Herşey kaybedilmiş gibi gözükse de, kötü şeyler insanlara acı verse de ve dünya dayanılmaz hale gelse de, güç bulmaya devam edin ve bunu yoldaşlarınıza aktarın. Tam da bunun gibi karanlık anlarda bu ışık yardımcı olacaktır. Ve her zaman hatırlayın: ‘Bütün fırtınalar küçük bir damla ile başlar.’ Siz de bu damla olmaya çalışın.” Damlalar hızlanıyor ve ateş topları büyüyor! Fırtınaya ve yangına hazır olalım!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu