EkolojiMakaleler

EKOLOJİ | Kanal İstanbul Projesi Yeni Bir Gezi Direnişinin İşaret Fişeği Neden Olmasın?

"Gezi direnişinden çıkartılan dersler ışığında, Kanal İstanbul projesi'ne karşı yakılacak bir kıvılcım bozkırı tutuşturabilir. Kitleler her zaman belirleyicidir. Kitlelerin gücü karşısında hiç bir iktidar duramaz"

Kanal İstanbul projesi Türkiye’nin en çok konuşulan konuların ilk sırasını almış bulunuyor. Kanal İstanbul projesi 2011 yılında AKP hükümeti tarafından ortaya atıldı.

Dönemin Başkanı R.T Erdoğan  27 Nisan 2011 tarihinde Kanal İstanbul projesini açıklarken: ”Panama Kanalı, Süveyş Kanalı ve Yunanistan’daki Corinth Kanalı ile kıyas dahi kabul etmeyecek yüzyılın en büyük projelerinden biri için bugün kolları sıvıyoruz” açıklaması yapan Erdoğan, buna eklediği bir diğer gerekçe de ”İstanbul Boğazı’ndaki gemi trafiğinin azalacağı ve böylece Boğazda’ki kaza risklerinin azalacağını” dile getirerek kamuoyunu ikna gerekçelerinin ilkleri olarak bunları ileri sürdü.

Bu açıklamanın üzerinden sekiz yıl geçtikten sonra Aralık 2019 tarihinde Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Kanal İstanbul projesinin 2019-2023 tarihi olarak açıklayarak, projenin 2023 yılında %60’nın bitirilmesi hedeflendiği ve yapım için ihale açılacağını duyurdu.

Yedi yılda bitirilmesi planlanan kanalın 75 milyar TL’ye mal olacağı, projenin bitimiyle birlikte, Boğaz’dan geçecek gemilerin ‘Kanala yönlendirileceği ve böylece geçiş yapan ticari gemilerden alınacak geçiş ücretleriyle de büyük bir gelir’ elde edileceği açıklaması, kamuoyunu ikna etmenin bir diğer gerekçesi olarak sunulmuş oldu.

Erdoğan’ın ”hayalim dediği’ bilim insanlarının ise ‘bir felaket’ olarak dile getirdiği Kanal İstanbul, Marmara ile Kara Deniz arasında yapay olarak düşünülen bu kanal; Küçükçekmece, Avcılar, Başakşehir, Arnavutköy ilçeleri sınırları içinden geçecek olan kanalın uzunluğu 40 km, genişliği 150 metre ve derinliği ise 25 metre olacak bu yapay su yolu, açıklandığı gibi, hedefi Boğaz trafiğini azaltmak değil, esas hedef ticari ve ortaya çıkan ranttan oluşuyor.

Daha şimdiden Katar şeyhleri, iş çevreleri ve inşaat tekellerinin satın alarak garanti altına aldıkları topraklarla, gelecekte milyar dolarlar kazanacakları tartışılmaktadır.

Kanalın geçiş güzergahında yapılan imar değişikliğiyle, toprak sahipleri ve tarım alanlarındaki çiftçilerin topraklarına yok pahasına el konacak ve tekellere peşkeş çekilecek.  Bu proje hataya geçtiğinde İstanbul’daki %52’lik tarım alanları yok olmuş olacak.

Bu proje hayata geçtiğinde İstanbul bölünecek ve bu bölünme ile yeni bir ada ve iki yarım ada oluşacak. Bölünen ve ortaya çıkan yeni yerleşim alanı ise ”453 milyon metrekareyi” kapsayacak genişlikte olacak. Hesaplamalara göre 16 milyon olan İstanbul nüfusu 18-19 milyona çıkmış olacak.

Bilim insanları bu projenin hayata geçmesi durumunda bir çevre felaketinin kaçınılmaz olduğunu, ve kanalla birlikte geri dönüşü mümkün olmayan  bir yıkımın olacağını binlerce sayfa bilimsel araştırmayla ortaya koymuş bulunuyorlar.

Bilim insanlarının ortaya koyduğu en büyük tehlikelerden birinin de deprem tehlikesi olduğudur. İstanbul zaten bir deprem kuşağı için yer alıyor.

Fay hatlarındaki çatlaklar her an büyük bir devrim riskini birlikte getirdiğini, kanalın yapımının başlamasıyla birlikte bu riskin daha da artacağı belirtilmesine rağmen, deprem olması durumunda iktidar bunun ‘bir kader olduğunu’ açıklayarak geçiştirecektir. Ancak bilim insanları bunun tam tersi olduğunu ve bunun bir ‘kader’ olmaktan çok, iktidar eliyle gerçekleşeceğinin altını çiziyorlar.

Deprem, su ve çevre bilim insanları ”Küçükçekmece Gölün’den 3 ayrı fay hattı” geçtiğini ve ”depremlerin bölgenin değişmez bir gerçeği” olduğunu belirtiyorlar.  Kanalın, ”birinci, ikinci ve üçüncü derece deprem bölgelerinde” kaldığını ve buradan ”11 kilometre uzaktan Kuzey Anadolu fay hattı, 30 kilometre mesafeden Çınarcık fay hattı” geçtiğini, kanalla birlikte bu riskin daha da artacağı ve olası bir depremin İstanbul’da ”9-10 şiddetinde” olacağı hesaplanmaktadır.

Kanalın getirdiği risk sadece bununla da sınırlı değil, Bilim insanları ”yaklaşık 1-1,5 milyar metreküp malzeme kazılacak. Bu malzemenin kazılması yıllarca (7 yıl bn) sürecek, kazıda iş makinaları ve patlayıcı kullanılacak. Dolaysıyla vadi ve çevresindeki ekosistem, fauna ve flora büyük ölçüde tahrip olacak.”

En büyük tehlikelerden biride kanalla birlikte su havzalarının yok edilmesidir. Projenin hayata geçmesiyle Terkoz Gölü ve Sazlıdere Barajı bundan zarar görerek su kaynakları yok olmuş olacak.

Yine DSİ tarafından hazırlanan bir raporda, projenin başlamasıyla birlikte, kanaldan sızacak tuzlu su, yer altı sularına karışacağı ve İstanbul’un yer altı su rezervlerinin yok olacağı açıklanmasına rağmen, ÇED raporu bunların hiç birini dikkate almayarak projeye onay vermiş bulunuyor.

Kanal yapımına başlandığında hem Marmara hem de Kara Deniz canlı türleri yok olmayla karşı karşıya gelecek. Ekosistemin değişimi sadece balıkların yok olmasını getirmeyecek, her iki deniz kıyısındaki yerleşim alanlarını da etkileyecek.

Kanal İstanbul, ülkemiz ve İstanbul açısından yıkının son adımı olacak. Üçüncü boğaz köprüsü ve üçüncü havaalanı ile yok edilen Kuzey Ormanları’nın bir devamı olan Kanal İstanbul’la bu yıkım tamamlanmış olacaktır.

AKP iktidarının Kanal İstanbul projesini rahat hayata geçirmek için kullandığı bir diğer gerekçe de, ”Montrö  Sözleşmesi.” Erdoğan, Boğazların gemilerin bir geçiş güzergahı olmasına rağmen geçen gemilerden para alınamadığını zira, ”Montro  Sözleşmesi.”nin buna engel olduğunu ileri sürmektedir.

Erdoğan, ”Montro  Sözleşmesi.”nin ”boğazlardan geçen gemilerden vergi ve harç toplanmasını hükme bağladığını” ileri sürerek, Kanalla birlikte, bu hükümlükten ”kurtulacaklarını” ve geçen gemilerden ücret almanın önünde bir engel kalmayacağını ileri sürerek, ulusalcılık üzerinden ‘bağımsızcılık’ oynamaya çalışıyor.

Nedir ”Montrö  Sözleşmesi” kısaca ona bakalım. 1923 yılında kuruluşu ilan edilen yeni Kemalist Cumhuriyet, emperyalistlerin yarı sömürgesi olduğunu kabul ederek, ülkenin emperyalist sermayeye açık olacağı kabul edilmiş, ve bunun yanında 1923 yılında Lozan’da yapılan görüşmelerde emperyalistlerin Türk Boğazlarından (Çanakkale ve İstanbul) kendi savaş ve ticari gemilerinin serbest geçişini garanti altına alan ve dönemin Sovyetler Birliğini Kara Deniz’e hapis eden emperyalist bir boyun eğme anlaşmasıdır.

Emperyalistlerin denetimine verilen ve  Boğazlar Sözleşmesi  özü şudur: ”Lozan Konferansı’nda boğazlar sorununa ilişkin imzalanan antlaşma ile birlikte Boğazlardan serbest geçişin güvenliğini sağlamak amacıyla, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının her iki kıyısı ile Marmara Denizi’ndeki adalar askerden (Türk askerlerinden bn)arındırılarak bu bölgeler askeri bir tatbikat veya askeri çalışmaların yürütülmesine kapatılmıştır. Ayrıca bu hükmün korunması adına bu bölgelere yapılacak herhangi bir saldırı olması halinde sözleşme hükümleri Milletler Cemiyeti tarafından yerine getirilecektir.” denilerek boğazlar emperyalistlerin denetimine verilmiştir.

1936 yılında değişen dünya şartlarına ve yaklaşan 2. emperyalist paylaşım savaşında Türkiye’yi yanlarında tutmak için 1936 yılında İngiltere’nin de desteğiyle Balkan Antantı Daimi Konseyi’nin 4 Mayıs 1936 yılında Belgrad’ta yaptığı toplantıda, ‘Türkiye’nin Boğazlar Sözleşmesinin yeniden ele alınması’ önerisi kabul edilmiş ve 22 Haziran 1936 yılında İsviçre’nin Montrö şehrinde iki ay süren pazarlıklar sonucu Boğazların denetimi belli şartlara bağlanarak Türkiye’ye devir edilmiştir.

Sovyetler Birliği’nin bu görüşmelerde Türkiye’yi desteklemesi doğruydu, zira, yaklaşan savaş tehlikesine karşın, boğazların tamamen emperyalistlerin denetiminde olmasıyla, şartlara bağlanmış  yeni bir anlaşmayla Türkiye’nin denetimine verilmesi Sovyetler Birliğinin lehine olmuştur.

1936 yılında yapılan ”Montrö Anlaşması” yine de boğazların kontrolünü tam olarak Türkiye’ye bırakmaktan uzaktır. Sözleşme de: ”Barış zamanında, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun, hiçbir işlem (formalite) – sağlık denetimi hariç – olmaksızın Boğazlar’dan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) tam özgürlüğünden yararlanacaklardır.

Savaş zamanında Türkiye, savaşan değilse bayrak ve yük ne olursa olsun Boğazlar’dan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğünden yararlanacaklardır. Kılavuzluk ve yedekçilik (römorkörcülük) isteğe bağlı kalmaktadır.

Savaş zamanında Türkiye savaşsa, Türkiye ile savaşta olan bir ülkeye bağlı olmayan ticaret gemileri, düşmana hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla Boğazlar’da geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler Boğazlar’a gündüz girecekler ve geçiş, her seferinde Türk makamlarınca gösterilecek yoldan yapılacaktır.

Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşısında sayması durumunda, Boğazlar’dan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) tam özgürlüğünden yararlanacaklardır; ancak gemilerin Boğazlar’a gündüz girmeleri ve geçişin her seferinde Türk makamlarınca gösterilen yoldan yapılması gerekecektir. Kılavuzluk, bir durumda zorunlu kılınabilecek; ancak ücrete bağlı olmayacaktır.”

 

“Kitleler her zaman belirleyicidir. Kitlelerin gücü karşısında hiç bir iktidar duramaz”

Bağımsızlık emperyalizmden tam kurtuluştur. Hangi dönemde ve ne adına yapılırsa yapılsın tüm emperyalist anlaşmaların yırtılıp atılmasıdır. AKP, emperyalistlerin işbirlikçisi bir iktidardır.  Kanal İstanbul projesiyle ”Montrö Anlaşması”nın hükümlükleri ortadan kalmıyor. Emperyalistler bu anlaşmaya dayanarak, boğazları kullanmaya devam edecekleri gibi, kendi ticari ve askeri gemilerini rahatlıkla geçirmeye devam edebilecekler.

Emperyalistlerden kurtulma bir devrim sorunudur. AKP, sadece ”bağımsızcılık oyunu”yla kitlelerin aklıyla oynuyor.

Kanal İstanbul, ÇED raporuna itiraz dilekçeleriyle iptal edilemez. Yargının tümüyle AKP iktidarının denetiminde olduğu koşullarda zaten tersi bir karar da mümkün değildir.

Kanal İstanbul projesi kitlelerin kendi öz güçleriyle, sokağa çıkarak, fiili direnişle ancak engellenebilinir. Gezi, Taksim’de ağaçların kesimine karşı başlayan bir direnişle ülke çapında bir isyana dönüştü. Gezi, her şeye rağmen ülkemiz tarihine bir direniş olarak kaydedilmiştir. Gezi, doğru bir önderlikten yoksun olduğu için başarıya ulaşamadı.

Gezi direnişinden çıkartılan dersler ışığında, Kanal İstanbul projesi’ne karşı yakılacak bir kıvılcım bozkırı tutuşturabilir.

Kitleler her zaman belirleyicidir. Kitlelerin gücü karşısında hiç bir iktidar duramaz.

Irak’ta, Lübnan’da, Haiti, Bolivya, Hindistan’daki halk ayaklanmaları ve işçi sınıfının direnişi iktidarları nasıl değiştirdiyse, hükümetleri nasıl sarstıysa, Kanal İstanbul projesine karşı çıkmak, yeni bir isyanın vesilesi neden olmasın? Bu görev  ise devrimcilerindir!

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu